31 Mayıs 2011

yeniden yazmak (ama az...)

kaç uzun gün olmuş yazmayalı. blog sürekli aklımda nedense yazmak isteği sürekli içimde. ama galiba yazmaktan çok düşünmenin sağalttığı bir dönemdeyim.
bugün onur caymaz'ın blogunda çok güzel bir yazı okudum belki de kaçırdığım birgün pazar eki yazısı... kim bilir?

http://bugeminezamandirburada.blogspot.com/2011/05/edip-canseverde-alkol-oranlar.html

21 Mayıs 2011

sisler bulvarı

sisler bulvarı gibi...

geceye sis indi, serin ama dirilten bir hava. veranda da oturup kalın bir su bardağında kırmızı şarap yudumluyorum. sisin içinde ufak bir tavşan sanki peşinde biri var, koşuyor. eminim kalbi hızlı hızlı atıyordur benim gibi.

benimse sadece peşimde olan kendim. kendi ruhum.

yarım yamalak bir hikaye gibi hayatım. şimdi evimden kilometrelerce ötede başka bir gökyüzünün altında geceye karışıyorum yitik bir hikaye gibi.

haksızlık ediyorum ben hiç yitik bir hikaye olmadım. bunu kendime uygun bile bulamıyorum ama galiba bunu söylemek şu "an" itibarı ile beni rahatlatıyor. kendi hikayenin ana kahramanı olmak hep bunu istedim ve oldum. ama böyle miydi? bir dakika şimdi geçmiş ile hesaplaşma zamanı değil...

sisin içinde kendimi aramak istemiyorum çünkü hiç kaybolmadım !!!

19 Mayıs 2011

ikinci yarısı

ne garip bir zamanda çıktı kitap... new york metrosunda ilk sayfalarını okudum. burada elimde olabilmesi için ne kadar çok aradım kaç kitapevi. ama değdi. satırları arasında kayboluyorum.

o güçlü kadını arıyorum içimde. kalemine sağlık Ece Temelkuran. sayfalar eridikçe içim dolacak ve satırlara dökülecek hissettiklerim.

14 Mayıs 2011

dönene kadar...

yola çıkmak hep hüzünlü gelmiştir. bir yerlerden birşeylerden uzaklaşıp başka hayatların arasına karışmak.geride özlemler bırakmak. bıraktığını yeniden bulabilme heyecanı.

giderken ilk defa kendimim, kendi kendimeyim. oysa öyle alışığımki giderken özlemler, geri dönüşte bildik heyecanlar bulmaya. şimdi ise bilmedik heyecanlar için döneceğim. yeni bir hayat bekliyor hayatımı. ne ironik değil mi?

bu bir nefes alma molası olmalı. mola almak insana iyi gelir değil mi? basket maçının en heyecanlı yerinde kenara çekilmek ve derin bir nefes almak.

uzak bir göğün altında yıldızlara bakıp dünya üzerinde küçüçük bir nokta olarak "ben" i anlamak ve dinlemek istiyorum.

İstanbul kal sağlıcakla ben dönene kadar... herkes sana emanet!

11 Mayıs 2011

suç ortağı

"....


yalnızlık

hızla alçalan bulutlar

karanlık bir ağırlık

hava ağır toprak ağır yaprak ağır

su tozları yağıyor üstümüze

özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır

eflatuna çalar puslu lacivert

bir sis kuşattı ormanı

karanlık çöktü denize

yalnızlık

çakmak taşı gibi sert

elmas gibi keskin

ne yanına dönsen bir yerin kesilir

fena kan kaybedersin

kapını bir çalan olmadı mı hele

elini bir tutan

bilekleri bembeyaz kuğu boynu

parmakları uzun ve ince

sımsıcak bakışları suç ortağı

kaçamak gülüşleri gizlice

yalnızların en büyük sorunu

tek başına özgürlük ne işe yarayacak

bir türlü çözemedikleri bu

ölü bir gezegenin

soğuk tenhalığına

benzemesin diye

özgürlük mutlaka paylaşılacak

suç ortağı bir sevgiliyle......"

10 Mayıs 2011

donsun hayat

sanki bir su geçiyor içimden. serin ama bir o kadar da çamurlu.
çamur ne işe yarar temizler mi içimi. yoksa o çamur göz yaşları mı derinden akan. sessizce... arkada bırakmak çamurlu göz yaşlarının işe yarayabileceği bir şey mi? kaz dağlarının içinden geçen serin sular gibi olsun istiyorum akan su. temizlesin içimi. hasanboğuldu da çıplak ayaklarımı serin suların içinde gezdirmek istiyorum. ayaklarım bedenim olsun buz gibi sularda donsun ve öylece kalsın. ne bir damla gözyaşı ne iç sıkıntısı ne de başka duygular olsun. sadece boşluk ve donma...buz gibi bir havada nefes almak istiyorum ki aldığım nefes içimi dondursun. dondursun ki içimdeki yangın yeri biraz olsun soğusun.
saatin dakikaları bu kadar mı yavaş, bu kadar mı yavaş geçer zaman acı çekince...

8 Mayıs 2011

Sidney Bechet / Petite Fleur


Atilla İlhan dinlermiş Paris'te
Sidney Bechet :) harika....

hayat

ağladım, güldüm, konuştum... zaman geçiyor hayat devam ediyor. edecek. zamanın alıp götürdüğünü kim geri getirebilir ki? ben mi siz mi? kimse...
kimseyi dinlememeye alışığım ben. tek dinlediğim ve fikirlerinin hayatıma anlam katmasına kendimi gerçekleştirmeme yardım etmesine izin verdiğim insanı alıp götürdü zaman. zaman değil, bu doğru değil başka şeyler. burada yalan söylemeyeceğime yemin etmiştim. şimdi doğrudan başka gerçek yok.
ne kadar çabuk oldu gibi geliyor kopuşlar, aslında kendimizi hazırlıyoruz herşeye. zor ama bunlardan da öğrenmek önemli. öğrenmek ve devam edebilmek.
ben devam etmeyi seçiyorum, öğrenmek istemezdim ama buna engel olmak mümkün değilmiş.

insanlar hayatlar, başka hayatlar işte bunun farkına vardım nekadar kapatmışım kendimi kendi dünyama.
şimdi başka hayatları da anlayıp yine kendim olup yola devam etmenin zamanı...

"I have loved, I've laughed and cried, 
I've had my fill - my share of losing.
But now, as tears subside,
I find it all so amusing.

To think I did all that,
And may I say, not in a shy way -
Oh no. Oh no, not me.
I did it my way."
 

Hakikat Arayışı

Mesele dergisinin mayıs sayısında ilginç makale ve ropörtajlar var. bu dergiyi her zaman her sayfasını okuyarak bitiremiyorsam da bazı makaleler öğretici olmanın da ötesinde duygularıma dokunuyor.
örneğin bu sefer "Deleuze'nin Proust Okuması:..." öyle garip dokundu ki hayatıma...

makale temelde sanatın içerdiği hakikat ve bu hakikatın gerçek hayata ne kadar dokunduğunu Proust'a göndermeler yaparak anlatıyor. Ama şu cümleler ;

"Kim hakikati arar? Hakikati istiyorum diyen kişi aslında ne demek ister? Proust insanın, hatta saf olduğu varsayılan bir ruhun bile doğal olarak bir doğruluk arzusunun, bir hakikat isteğinin olduğuna inanmaz. Hakikati, yalnızca somut bir durumdan dolayı karar verdiğimizde, bizi böylesi bir arayışa iten bir çeşit şiddete maruz kaldığımızda ararız... Bizi aramaya zorlayan, bizden huzuru alıp götüren bir göstergenin şiddeti her zaman vardır."

Kendi arayışımı düşündüm o kadar doğruki cümleler. Eğer hayatınızda huzuru kaybedecek duruma geldiyseniz hakikatı görmek ve bu şekilde yaşanan şiddete bir son vermek istiyorsunuz. ve arayış, eşeleme başlıyor hem fiziki hem de duygusal...
Sonu yıkıcı olabiliyor çünkü gerçeği kaldırmak çok kolay değil... ama gerçek yani hakikat bir yandan da farkınndalığınızı artırıyor. Mesela bende kendi varoluşumu kendi elime alma adımı için bir ışık oldu diyebilirim. kolay değil hatta çok acı ve zor ancak zamanı geldiğinde önünde engel olamıyorsunuz ne duygular ne de bedeninizle...

Mesele (Mayıs 2011) /http://www.meseledergi.com/

6 Mayıs 2011

mimoza

yazmak istemiyorum ama parmaklarım klavyenin üzerinde sanki başka birinin elleri gibi gidip geliyor.

içimde bir hissizlik varolmama duygusu.seçilmiş bir varolmama.

mimoza ağacına bakarken bugün parkta yazı düşündüm çiçekli halini, ne güzel kokardı. hep parkta yürüyen insanlar vardı ama bugün sanki herkes bir yerlere çekilmiş ve sabahın o saatinde bana bırakmıştı parkımı. parkurda bir tur, banklarda kısa bir mola. fark ettim ki farkında olmadan veda ediyorum.

uzakta denizin ortasında fener yanıp sönüyor gözüm ona takıldı şimdi yazarken birden. ada geldi aklıma. büyükada... ne güzeldir şimdi mimozalarda orada...

işte böyleyim gidip geliyor sürekli duygular, düşünceler... ama genel bir hissizlik hakim bedenime. sadece uyumak istiyorum.

5 Mayıs 2011

köprünün TAM üstünde / Melis Danişmend

Sekizinci Gün/The Eight Day

neden bu kadar eski bir film seçtim bilmiyorum hatta belki de seyretmiştim.
hep merak ederim otistik ve mongolları... özellikle mongolların o sınırsız sevgileri hep ilgili çekmiştir.
sevgilerini tartışmasız içten yaşamaları... hiçbir engel olmadan apaçık
daniel auteil en sevdiğim fransız aktörlerden onun filmleri hep cezbeci oldu benim için ve tabii fransız sineması. korkunç hollywood filmlerinden kurtlmamın kaçıncı sene devriyesi bilmem...

dönelim filme...



sevgisini karısını ve hatta çocuklarını kaybetmiş bir adam, tesadüfen bulduğu bir mongol. ve mongolun ona gerçekten sahip oldukarının değerini öğretmesi...

neden başka duygular daha üstün gelir... mesela bir erkek için başka bir kadın, özgürlüğü...ya da tutkusu...

peşi sıra koşabilirken varlığına kendi varlığı gibi yakın olduğu biri varken

neden yok. sadece gidiş var. bir seçim var. seçimler var...kabul etsekte etmesekte

filmi izleyin sizi gülümsetecek ve belki de sizin için neyin değerli olduğunu bir kere daha düşünmenizi sağlayacak...

4 Mayıs 2011

bir gün

bir gün diyorum geriye baksam. tıpkı şimdi bakmaya çalıştığım gibi. neler geçecek aklımdan ve kalbimden.

paylaşımlarla dolu sırt sırta bir hayat. başka ne istemiştim ki?

birlikte okunan satırlar,üzerinde düşünmeler ve aklını yanyana koymak

birlikte yaşanan anlar... yavaş yavaş sanki hiç bitmeyecek gibi

birlikte alınan nefesler sanki tüm dünyanın aksine sevgiyle

birlikte alınan yudumlar bir şili şarabından... kokusu, tadı sanki aşk gibi

sarılmalar... dost gibi aşık gibi, kimseye hiç sarılmadığın gibi...
uyku gelmiyor sadece bedensel bir yorgunluk
zamana karşı sayıyor beynim, bedenim anları
gelmesini beklemediğim geleceğin içindeyim
karmaşık, bazen dupduru bir akılla
uyku gelmiyor beynimin kıvrımlarına sıkışmış sorular
birbirleriyle yarışıyorlar
ben dost değilim ne kendime ne de bir başkasına

yağmurlu İstanbul

kulağımda janis joplin - me&bobby mcgee...
gece sesini dinliyorum sesinden.

zaman geçiyor insan nasıl da zamanın kölesi. neler yaşandı neler yaşanacak hiçbiri için bir engel yok olmadı. yaşandı ve bitti. bundan sonrası içinde sadece zaman var. tek gerçek bu.

yağmur sakince şehri kuşattı. bir kafede bir bira eşliğinde asfaltı döven damlaları izledim. sanki acısını çıkartıyordu yağmur şehirden.

yağmur... yağması iyiye işaretti benim için. ama şimdi sanki gökyüzü de benimle ağlıyor. ya da her bir ana anlam yüklüyorum. gereksiz mi? belki de. ama şu an ilacım bu.

aslında yaşanmışlıklara anlam yüklemeyi ya da anlam aramayı bıraktım. çünkü hayatın anlamı diye nitelendirdiğim alışkanlığım sona erdi. artık kendi alışkanlıklarını kendi başıma yaratmanın zamanı. buna güç toplamak belki de şu andaki edimsizliğim. hiçbir şey yapmak istemeyişim.

şehir seyretmek... gözümde cihangir tepelerinden bakınca görünen eski İstanbul manzarası var. gecenin ışıkları yanıyor şehrin her yerinde. en son ne zaman gittiğimi kiminle gittiğimi artık hatırlamak istemiyorum. hiçbir şey eskisi gibi değil.

eskinin arayışında olmadım hiçbir zaman. hep anı yakalamayı seçtim. iyiki de yakalamışım çünkü yaşananların geri gelmediğini öğrendim. bu bana en güzel şekilde öğretildi.

teşekkürler 'öğretmen'...

2 Mayıs 2011

sartre olmak

hayatta yalansız yaşanmış aşklar var mı? evet hep cevabını merak etmiştim ve evet cevabını biliyorum. hiç utanmadan yüzü kızarmadan seviyorum derken lanetli sözlerle aldatmak.

niçin acı çekeriz? belki de kendi içimizi rahatlatmak kendimizi garip bir şekilde huzura kavuşturmak için.

sartre ve simone olmak? bu kolay mı? onlar dürüsttü hayatlarına yalanı karıştırmadan kendi özgür ruhları ile boyun eğmeden yaşadılar kendilerini ve kendi aşklarını.
kendi doğrularını her ne pahasına olursa olsun yaşayan.
yalana sığınmayı tercih etmeyen. 

sartre olmak... kolay mı?

D-Ö-N-Ü-Ş-Ü-M

uzun yıllardır birden dönüşen insanlar izledim... hep ilginç gelmiştir, küçük kasabalardan çıkan büyük kentlerde kendilerini bulduğunu san...